Evet, Alanya bir şehirden çok daha fazlasıdır; o, Akdeniz’in kalbine demirlemiş, zamanın ve coğrafyanın birlikte yarattığı canlı bir sanat eseridir. Tarihin denizle kucaklaşması, burada sıradan bir ifade değil, her an solunan bir gerçektir. Bu kucaklaşma, Selçuklu kartallarının gölgesini taşıyan kale duvarlarına vuran dalgaların sesinde, binlerce yıllık limanda modern yatların yanında sessizce duran balıkçı teknelerinin duruşunda somutlaşır.
Her köşesi farklı bir hikâye anlatır, doğru. Ama bu hikâyeler kuru birer anlatı değil, adeta fısıltıdır. Kleopatra Plajı’nın kumlarına uzandığınızda, bir kraliçenin efsanevi güzelliğinin ve aşkının fısıltısını duyarsınız. Daracık Kaleiçi sokaklarında yürürken, taş duvarlara sinmiş korsanların, tüccarların ve sultanların yankılanan adımlarını hissedersiniz. Damlataş Mağarası’nın loş atmosferinde ise doğanın milyonlarca yıllık sabrının ve şifasının öyküsünü dinlersiniz. Bu coğrafya, insana sadece manzarasıyla değil, yaşanmışlıkların ruhuna işleyen derinliğiyle de huzur verir.
O, gözlere hitap eden bir tablodur; çünkü bu tuvalin renk paletini doğanın ta kendisi hazırlamıştır. Turkuaz denizin üzerine atılmış zümrüt bir mücevher gibi duran yarımadanın, Torosların yemyeşil dokusuyla birleşmesi… Gün batımında Kızılkule’nin ve tarihi surların büründüğü ateş rengi… Bunlar, en usta ressamın fırçasından çıkmışçasına kusursuz bir kompozisyon sunar.
